Asrın felaketi olarak adlandırılan, merkez üssü Kahramanmaraş Pazarcık olan depremi bizzat yaşadım, yaşıyorum. Gazetedeki haber ve köşe yazısından da malumunuz olmuştur. Ancak yaşanılanlar bir cümleden ibaret değil. Bu yüzden tüm süreci birincil taraftan anlatmak istedim. En azından bilgi kirliliği oluşmaması adına üzerime düşeni yapmak boynumun borcudur.
Gece iki-üç sularıydı. İçimde bir ağırlık ve anlam veremediğim bir sıkıntı ile mutfak masasında oturmuş ders çalışıyordum. Saat dört gibi bilgisayarımı kapattım. Keyifle arkama yaslandım. Yarın yapacaklarımı düşünerek çayımı içtim. Uyumaya gitmek için ayağa kalktım ve beş saniye sonra sarsıntı başladı. Birkaç saniye sonra geçeceğini düşünerek etrafta çökebileceğim bir yer aradım. Çareyi mutfağın köşesindeki kolonda buldum. Çök-kapan-tutun hareketi yaptım. Fakat sarsıntı durmadığı gibi daha çok şiddetlenmeye başladı. Avizeler öyle hızlı sallanıyordu ki… Zaten sonrasında elektrikler gitti. Annem ve kardeşimin çocuk odasından gelen çığlıklarını duydum. Bir yandan korkunç sarsıntının etkisiyle yere tutunmaya çalışıyor bir yandan da annemlere bağırarak çök kapan tutun hareketini hatırlatıyordum. Sarsıntı biraz daha sürdü ve yavaşlayarak dindi. Korkarak ayağa kalktım. El yordamıyla telefonumu masanın üstünden aldım ve annemlerin yanına gittim. Korkudan deli gibi ağlıyorlardı, ayakkabımı elime alarak aşağıya indim. İnerken beynim takılı kalmış bir makine gibi bana sürekli aynı uyarıyı söylettiriyordu. “Merdivenlerden uzak durun! Merdivenler tehlikeli! Çök-kapan-tutun” Bağırarak can havliyle evden çıkmaya çalışan komşularımıza bunu söyleyip aşağı koştum. Annem de karşı komşumuza montunu giydirip bebeği ile beraber aşağı indirdi. Hala dua ediyor bize komşumuz. Çünkü korkudan sadece ağlayabiliyordu. Dışarda şakır şakır yağmur yağıyordu. Öyle soğuk öyle kasvetli bir hava. Etrafta gözlerimi gezdirdim. Duvarları patlamış, yan yatmış binaları gördüm. Depremin büyüklüğünü ilk kez orada fark ettim.
Komşularımızın birçoğu arabasına bindi. Bizim ne babamız yanımızdaydı ne de arabamız vardı. Korkudan ağlayarak yağmurun altında bir süre durduk. Üşüdüm çok üşüdüm. Üstümde incecik bir pijama, tişört ve kapşüyonlu bir ceketten başka hiçbir şey yoktu. Böyle üşüyerek korkarak beklerken tam beş dakika sonra tekrar sarsıldık. Binamızın biraz daha çatladığını gördük. Dışarda olmamıza rağmen ödümüz koptu ve karşıdaki tarlaya kaçtık. Komşumuzun servis aracına sığındık. Şoktaydık. Hala ne yaşadığımızın ve başımıza ne geleceği hakkında bir fikrimiz yoktu. Diğer binalardan kaçıp aynı servise sığınan insanların bakışları da bunu doğruluyordu. Annesi ve babası olmayan iki kız kardeş, battaniyesine korkuyla sarılmış bir abla, binadan sağ çıkabildiği için şükürler yağdıran teyze ve biz… Saatler boyunca babama, anneanneme ve akrabalarımıza ulaşmaya çalıştık. Aksi gibi şebeke de yoktu, cüzdanımız, kimliğimiz hiçbir şeyimiz yoktu. Depremin üzerinden birkaç saat geçmişti. Artçılar bitmiş gibi görünüyordu. Kardeşim eve gidip cüzdanımı aldı. Nereye harcayacağımızı bilmesek de güvende hissettirmişti. En azından bir su alırız diyorduk. Çocuklar da susamaya başlamıştı zaten.
Şimdi asıl vicdansızlık geliyor. Burayı dikkatli okuyun lütfen, herkes bilsin istiyorum. Çocuklara su almak için binamızın yan tarafındaki “Osman Gıda Market” bakkala gittik. Nakitimiz yoktu ve bakkal kredi kartını kabul etmedi. Yalvardık resmen. Komşusu olduğumuzu biliyordu. “Abi internet yok, ibanına atamıyoruz. Biz senin komşunuz. Biraz su ver çocuklar için, şu felaket bitsin borcumuzu öderiz” dedik. Ama kabul etmedi. Annem montunun cebinde yüz lira olduğunu fark etmeseydi o çocukların hali ne olurdu bilmiyorum. Bu nasıl bir vicdansızlıktı ki bizden bir suyu esirgemişti. Yazıklar olsun! Neyse ki saatlerden sonra ilk defa boğazımızdan su geçmişti ama ne yazık ki buna sevinememiştim. Bu seferde suyun etkisiyle açlığımı hatırlamıştım. Kahvaltısını bir dakika geciktirmeyen ben saatlerdir aç aç oturuyordum. Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Ardından uzun bir süre uğraştıktan sonra babamızı çağırabilmiş ve teyzemin haberini alabilmiştik. Enkazın altında kaldığını öğrendik. İşte o zaman annemle gözlerimiz buluştu ve gözyaşlarımız bir sicim gibi yanaklarımızdan süzülmeye başladı. Dayımdan bizi gelip almasını istedik. Ama bu öyle kolay olmadı. Yıkılan binalar bazı yolları kapatmıştı ve dayım on beş dakikalık mesafeyi bir saatte aşarak bize ulaştı. Komşularımızla helalleşip arabaya bindik. Anneannem durmadan ağlıyor, dövünüyordu. Kolay değildi. 83 yaşında evlat acısı yaşıyordu. Ben de bu esnada dışarıyı seyrediyordum. Her yer mahşer alanı gibiydi. Yıkılmış binalar, sessiz sokaklar, şehri kaplayan gri toz bulutu adeta bir film sahnesi gibiydi. Gözlerime inanamamıştım. Korkuyla koltuğa biraz daha sindim. Meşakkatli bir yolculuktan sonra teyzemin evine varmıştık. Tabi ev demeye bin şahit gerekti. Çünkü gördüğüm yerle bir olmuş beton yığınıydı. Dikkatli bakmasam evi tanıyamayacaktım. Bacının kardeşini, annenin evladını tanımayacağı mahşer günüydü sanki. Soğuktan ve korkudan bacaklarım titreyerek arabadan indim. Öyle soğuktu ki öyle çok yağmur yağıyordu ki sanırım ne kadar yazsam da kelimeler kifayetsiz kalacak. Hızlı adımlarla enkazın dibine vardım. Teyzelerim, kuzenlerim, dayılarım, yeğenlerim hepsi ağlıyordu. Öyle ki en sert karakterli dayımın ağlamaktan helak olduğunu gördüğümde artık film kopmuştu. Boğazımdan bir feryat koptu. Saldım gözyaşlarımı, ağladıkça ağlıyordum. Enkazın başında teyzeme sesimizi duyurmaya çalışıyorduk. Ama ondan bize gelen en ufak bir ses yoktu. Acıdan, korkudan, soğuktan bütün vücudum zangır zangır titriyordu. Beni enkazın yanından çektiler. Kuzenimi de o esnada fark ettim. Evlerinin duvarı üstüne yıkılmış ama tamamen ezilmeden önce komşuları son anda gelip kurtarmış. Başı neredeyse bir yumurta büyüklüğünde şişmişti ve kanıyordu, elleri kanıyordu. Ağlayarak bana sarıldı. Onu öyle görünce aklım başımdan gitti. Kollarıma aldım, sakinleştirmeye çalıştım. O benim sadece kuzenim değil kız kardeşimdi. Onu ben okutacaktım. Beraber ders çalışacaktık. Beraber tatile gidecektik cancağızımla. O benim en sevdiğim, çocukluğum, biriciğimdi. Ama şimdi kollarımda bayılmak belki de ölmek üzereydi. Gözlerini açık tutması ve bilincini yitirmemesi için yalvardım. Sürekli konuşturdum. Bunları yaparken benim donmak üzere olduğumu fark eden dayımın oğlu koluma girerek beni kuzenimin arabasına taşıdı. Ölmemem için… Bu kelime hala çok tuhaf geliyor yazarken ama gerçek buydu. Ağlayarak hayatım bitti, ben bittim deyip duruyordum. Yengem kızdı bana. Kendine gel, şükret, canını kurtardın dedi. Peki şimdi? Soğuktan ve açlıktan öleceğiz dedim. Bir şey diyemedi. Bu esnada kardeşim, eniştem ve dayım enkazı açmaya bir umut teyzeme ulaşmaya çalışıyorlardı. Kardeşimin elleri paramparça olmuştu. Montu çok ıslanmıştı. Ona bir şey olacak diye çok korkuyordum ama bir yandan da teyzemi çıkartabileceklerine dair ümidimle ayakta durmaya çalışıyordum. Daha fazla duramadım yengemlerin sığındığı bir bahçeye gittim. Ateş yakmışlardı, çok mutlu oldum. Sonunda biraz ısınmıştım. Yengem bana evden zorla çıkardığı sütten yarım bardak verdi. Çok iyi gelmişti. Arkada bir yerde ahır vardı. Mecburen lavabo ihtiyacımızı da orada giderdik. Biraz olsun rahatlamıştım. Ardından haber geldi. Kuzenim teyzemi enkazın altında güç bela fark edebilmiş ve biz de görelim diye fotoğrafını çekmiş. Ağlayarak bize de gösterdi. Teyzemin sıkışmış, griye bulanmış yüzünü ve ters dönmüş el bileğini görünce tekrar gözyaşlarına boğulduk. Artık yaşadığına dair umudumuz iyiden iyiye azalmıştı. Annem, anneannem, yengem ve teyzem, diğer kuzenimin arabasına bindi. Bana ve yaralı kuzenime yer kalmamıştı. Bizi bagaja koydular. Çok dardı, bu yüzden bacaklarımızı birbirine doladık. Üstümüze bir battaniye örtmüşlerdi ama nafile. Artık uyuşmaya başlamıştık. Ayaklarımızdan bacaklarımıza doğru bir uyuşma başlamıştı. İlk defa o gün öleceğimi hissettim. Vücudumdan bütün güç çekilmişti sanki. Kuzenimle konuşmaya çalışıyordum. Birinin gelip kafamıza sıkması için dua ediyorduk. Bizi bu acıdan, soğuktan azat etmesi için dua ediyorduk. Ancak baktık ki kimse gelmiyor ve hipotermi de eli kulağında. El ele tutuşarak şehadet getirdik. Ağlayarak kuzenime şunları söyledim: “Seni hep çok sevdim, kuzenim değil kardeşim olarak gördüm. Çok hayalimiz vardı birlikte yapacağımız ama demek ki kaderde el ele ölmek varmış dedim ve kendimi kasmayı bıraktım. Ölüme teslim olacaktım. Bir süre hareketsiz kaldım. Ardından bagajı açtılar. Arabanın sahibi olan kuzenim enkazdan bulduğu porselen tabak ve fincanları bagaja koymaya çalıştı. Teyzem daha çıkmamışken ve her şeyimizi yitirmişken derdine düştüğü şey beni delirtmişti. Tabakları suratına fırlatmamak için kendimi zor tuttum. İşte herkes gerçek yüzünü yavaş yavaş gösteriyordu ama aklım almıyordu. Bu nasıl bir mal hevesiydi? Bağırdım. Burada sıkış tepiş oturduğumuzu, üşüdüğümüzü ve onun da bizi bu işe yaramaz porselenlerle daha çok rahatsız ettiğini yüzüne vurdum. Evin mi kaldı? Hangi eve koyacaksın bunları? Başkasının acıyla kaybettiği mal sana yar olur mu dedim. Ama ne fayda! Ar damarı çatlamış insana hiçbir laf etki etmez. Bunu da anlamış oldum. Çok geçmeden dayımların bağırışını duyduk. Teyzemi çıkartmışlardı. Ağlayarak bir battaniyenin içinde getirdiler. Son kez görmemiz için kaldırıma bıraktılar. Açık pembe renk battaniye teyzemin kanıyla yer yer boyanmıştı. Yaklaşamadım, korktum. Fakat gördüm. Başına saplanan tahtayı çıkardıkları yer derinden yaralanmıştı. Zira başına kiremit de düşmüştü. El bileği ters dönmüştü. Bacakları, kolları, beli kesikler içindeydi. Yüzü ezilmişti. Çenesi kaymıştı, dişleri sökülmüştü. Canım teyzem nasıl bir eziyetle vefat etmişti? Yüreğimden bir parça koptu sanki. Bu acıyı Allah kimsenin başına vermesin. Teyzem, anneannem göğüslerine vura vura az daha göğüs kafeslerini çatlatacaklardı. O gün bütün sokak bizim feryatlarımızla inledi. Defalarca nabzını kontrol ettik ama hayır atış yoktu. Teyzem her zaman çok panik ve heyecanlı bir insandı. Korkuyla koridora koşmasaydı vestiyerin altında kalmayacaktı. Yatak odasından çıkmasaydı, eşini kurtardığımız gibi onu da kurtarabilecektik. Ama ecel mi denir, bilgisizlik mi denir? Artık adı her neyse onu hayattan ve bizden koparmıştı.
Daha fazla dayanamadık bakmaya ve battaniyeye tekrar sararak bagaja yerleştirdik. Morga götürmemiz gerekiyordu ama gel gör ki gelip geçen ambulansların hepsi doluydu. Bu mahşer alanında tek çare kendi aracımızla götürmekti. Kuzenim önden yola çıktı. Biz de dayımın arabasına binerek ardı sıra takip etmeye başladık. Pencereden gözüm bagaja takılıp duruyordu. Teyzem orada yatıyordu. Bu hayattan göçmüştü. Kabullenemiyordum. Çok farklı bir his bu. Tanımlayamıyorum. Yollara dökülmüş evler, oteller, dükkânlar hepsi bir film sahnesi gibiydi. Sanki bu bir kâbustu ve biz birazdan uyanacaktık.
Bu esnada telefonumun şebekesi de bir gidiyor bir geliyordu. Güçlükle gazetemizin müdürü ve arkadaşım olan Batuhan’a, sınıf arkadaşım ve kardeşim olan Gülşah’a kurtulduğumu ve son gelişmeleri haber verebildim. Sağ olsunlar insanüstü bir çabayla bana yardım etmek için ellerinden geleni yaptılar. Günlerce elim ayağım oldular. Haklarını ödeyemem.
Sonunda morgun önüne gelmiştik. Dayımlar indiler ben de onları arabada bekledim. Öyle çok üşüyordum, öyle çok korkuyordum ki. Bunu sıklıkla dile getiriyorum, farkındayım ama anlayabilmeniz için söylüyorum. Zira anlattığım kadar kolay yaşamadım. Çok geçmeden morgun dolu olduğu bilgisi geldi. Sadece morg değil aynı zamanda hastane de doluydu. Artık ceset torbası bile yetmiyordu ölülere. Cansız bedenleri battaniyeye sarıp sarıp üst üste atmışlardı. Kim bilebilirdi ki insanlar bir kefene bile muhtaç olacak, ölü bedeni bile rahat etmeyecek?
Çok çaresizdik. Yakında teyzemin bedeni kokmaya başlardı ve ardından karnı patlardı. Neye saracak? Nereye gömecektik? Fakat elden ne gelir ki? Tekrar bagaja koyduk. Geri döndük. Bu esnada babam da gelmişti ama görememiştim. Hep birlikte kuzenlerimin evinin önüne gittik. En azından orası yıkılmamıştı. Bir süre dayımın arabasında bekledik. Soğuktan ve susuzluktan iyice bitkin düşmüştüm. Bir damla su içmek nasip olacak mı merak ediyordum. Battaniyelerimiz yağmurda biraz ıslanmıştı ve zaman zaman daha çok üşümemize sebep oluyordu. Artık dayanacak halim kalmamıştı.
Sonra kuzenimin eşi evinde sobayı yaktı. Korkarak da olsa içeri girdik. Oda nasıl sıcak olmuştu. Mis gibi. O sıcaklığın keyfini hiç unutmayacağım. Yengem biraz ev ekmeği suladı. Bir iki parça zeytinle beraber yedim. Karnım tam doymamıştı ama diğerlerine de kalsın diye sofradan çekildim ve tekrar sobanın yanına gittim. Sürahide bir bardak su vardı, içtim. Çok iyi gelmişti. Sobanın başında en az yirmi kişi oturmuş şoku atlatmaya biraz olsun ısınıp rahatlamaya çalışıyorduk. Ayakkabılarımı çıkarıp kuruması için sobanın yanına bıraktım ve uyuyakalmışım. Günlerce savaşmış bir asker gibi yorgunluk beni anında uyutmuştu. Zannediyorum ki on beş veya yirmi dakika uyudum.
Beni uykumdan uyandıran ise ikinci deprem oldu. Hep birlikte alalacele kapıya koştuk. Ayakkabımı, battaniyemi bile unutup can havliyle sokağa koştum. Sarsıntı gece olan deprem gibi kuvvetliydi. Ayakta zor duruyorduk. Nenem koşarken yere yuvarlandı. Hemen kaldırıp evden uzaklaştık. Yerde biraz önce durmuş yağmurun birikintileri vardı. Çoraplarımız ayaklarımız sırılsıklam oldu. Beton buz gibiydi. Havada asılı kalmaya uğraşır gibi bir sağ ayağımı bir sol ayağımı donmaması için kaldırıyordum. Gözlerimi ayaklarımdan çekip başımı kaldırdığımda ise bir binanın tam o anda çöktüğünü gördüm. Ağzım açık kalmış, tepki bile verememiştim. Deprem durunca yengem içeri girdi ve ayakkabılarımızı karşı kaldırımdan bize fırlattı. Islak çoraplarla giyemeyeceğimin farkındaydım. Ben de çoraplarımı elime alıp ayakkabıyı güç bela ayağıma geçirdim. Sinirlerim boşalmıştı. Bağıra bağıra ağlamaya başladım. Bu deprem hepimizi öldürmeden bitmeyecek dedim.
Ve tekrar dayımın arabasına sığındık. O anda ayağımı ısıtacak bir çorap, vücudumu ısıtacak bir mont veya kuru bir ekmek parçası, bir battaniye için nelerimi vermezdim ki? Evimdeki montum, onlarca çorabım, kalın kazaklarım, kahvem, kitaplarım, bilgisayarım… Tek tek gözümün önünden geçiyordu. Şu sözleri söyledim kendi kendime: “Ağa da bendim, paşa da bendim. Bak ne hale geldim?” İnsan nasıl da aciz kalıyordu öyle… İki dakikadan daha kısa süren bu felaket hayatımızı yerle bir etmeye ve her şeyimizi bizden koparmaya yetmişti. Bu gerçek tam on beş gündür beynimi yiyip bitiriyor. Ama ben ne depremi ne de teyzemin öldüğünü hala kabullenemedim. Hala bütün bunlar aslında yaşanmamış gibi hissediyorum.
Bu arada da yavaştan akşam çöküyordu. Karnımız iyiden iyiye acıkmıştı. Marketleri patlattıklarını gördüm. Her şeye rağmen neden buzdolabı gibi beyaz eşyaları aldıklarını anlayamayacağım. Açgözlülüktü bu. Hangi eve koyacaklardı? Böyle bir felaketin ortasında beyinleri nasıl böyle bir şeyi düşünüyordu? Yiyecek ve su alsalar hadi tamam neyse diyecektim.
Kardeşim de bize biraz bisküvi, çikolata ve meyve suyu getirmişti. Aslına bakarsanız o an kuru ekmek ve su daha cazip geliyordu. Ama ölmemek için yedik. Ölmeyecek kadar az yedik. Çünkü diğer sabah yiyecek bir şey bulabileceğimizin garantisi yoktu. Kardeşimden aldığı şeyleri unutmamasını istedim. Bir gün geri döndüğümüzde borcumuzu ödeyecektik. Muhtaç durumda da olsak, ölmemek için almış da olsak bizi rahatsız etmişti.
Arkadaşlarım yardımların yola çıktığını söylemişti, ben de adresi elimden geldiğince tarif etmiştim. Ama yollar, köprüler, tüneller çökmüş. Bu da demek oluyor ki biraz daha dişimizi sıkmamız gerekiyordu. Çünkü bize ulaşmaları hiç kolay olmayacaktı. Üzerinden adres tarifi yaptığımız her şey yerle bir olmuştu.
Böyle böyle geceyi ettik. Kuzenim bana ve anneme bir çift çorap verdi. Sanki dünyaları verdi. Bir çırpıda giyindim. Ayaklarım biraz olsun ısınmıştı. Onun etkisiyle biraz uyudum. Bölük pörçüktü uykum. Uyanık olduğum, şebeke yakalayabildiğim her an arkadaşlarımla konuştum. Bugün hala söylüyorum, onlar olmasa hayatta kalamazdım. Ümidimi diri tutamazdım. Buradan onlara da tekrar çok teşekkür ederim. Ertesi sabah tekrar bisküvi atıştırdık. Kuzenimin evi yıkılmamıştı lavaboya gittim. Aynaya bakınca kendimi tanıyamadım. Saçlarım birbirine karışmış, dişlerim sararmış, yüzüm çökmüş ve rengi gitmişti. Ne hale gelmiştim Allah’ım? Ne zaman bitecekti bu acı?
Aşağı indiğimde yengemin yüzündeki memnuniyetsiz ifadeden onların arabasına sığınmamızdan hoşlanmadığını anladım. İki kuzenim arabalarına kimseyi kabul etmeyeceklerini söylüyorlardı. Sığıntıydık. Kimsenin bizi düşünecek hali de yoktu. Her ne kadar incinsem de bunu kabullendim. Diğer kuzenimden rica ederek amcamın yanına gittik. Üniversite laboratuvarına sığınacaktık. En azından orası herkesindi. Fazlalık olmayacaktık. Jeneratör vardı. Bu da sıcak bir çay içebileceğimizi ve telefonlarımızı şarj edebileceğimizi gösteriyordu. Bu bir nebze de olsa sevindirici bir durumdu.
Şimdilik anlatacaklarım bu kadar. Devamı gelecek. Buradan ayrılmayın. Görüşmek üzere…