BİZ KİMİZ?
Olmak istediğimiz kişi değiliz. Toplumun dayattığı kalıplara sıkıştırılmış ruhlarız.
Devletin istediği uslu bir vatandaş, patronun çıkarlarını gözetecek çalışan, öğretmenin gıpta edeceği bir öğrenci, ailene yaraşır bir evlat, sevgilinin görmek istediği şekilde bir hayat arkadaşı, abi, abla, genç, çocuk, her şey olmalıyız. Olmak zorundayız. Zira bizden istenen bu. Acımasız ve anlayış yoksunu istekler değil mi sizce de? İnsanı dört bir yandan çekiştiren kalın urganlar gibi hissettiriyor bana. Canını acıtan, aynı yerde dolaştırıp duran, bedenle beraber ruhu da sıkan kalın urganlar…
Bana öyle geliyor ki bu urganlar yüzünden her şey oluyoruz ve fakat bir tek kendimiz olamıyoruz. Tüm bu rolleri en iyi şekilde oynamaya çalışırken durup “ben kimim” diye sormaya vaktimiz yok. “Ben kimim?” “İsteklerim, düşüncelerim neler?” “Ne için bu dünyadayım?” “Bu hayattaki davam ne?” en önemlisi de “Ne hissediyorum?” diye soramıyoruz kendimize. Soramadığımız için içimizde adını bir türlü koyamadığımız bir huzursuzluk ile bir ömrü tüketiyor, heba ediyoruz.
Öyle de çok ki sayımız. Kalabalık bir caddede yürüdüğünüz o günü hatırlayın. Kalabalıkta akıp giden onca insanın yüzüne teğet geçen bakışlarınızı hatırlayın. Ve sorun kendinize! Bu yüzlerden hangisi aydınlıktı? Kaçının gözlerinin içi parlıyordu? Hangileri bulutların üstünde süzülen bir kuş kadar hafifti?
Hadi o kalabalık caddeyi geçelim. Daha yakınınıza bakalım. Mutlaka yolunuz bir okula, bankaya, karşı komşunuza veya başka bir mahalleye düşmüştür. Oralarda ne gördünüz? Bakışlarınızın ağına mutlu ruhlar mı takıldı? Yoksa boşlukta asılı kalmış bedenler mi? Hani şu ruhu çekilmiş bedenler…
Kalın urganlarla sıkıca bağlanmış, toplumun dayattıklarına uymaya çalışırken her gün kendinden bir parça daha kaybeden, kurtulmaya çalışırken canı daha çok yanan ve en sonunda sahibine mahkûm kalan bir yabani hayvan misali boynunu büken bedenlerden bahsediyorum.
Hatta belki bu bedenlerin arasında her gün aynada seyrettiğiniz siz de varsınızdır. Kim bilir…