SÜREĞEN
Bizim dilimizden anlamaz kimseler, tanığıyız çünkü yüzyıllardır yaşadığımız acının kalem ucunda yaşadığımız coğrafyamıza. Kimisi bülbül diyor, kimisi doyum bekleyen açlık diyor. Bir de cömert yağmur var tabii! Bu kez gözümüzde değil, sıkı sıkıya sarılmış dualarda.
Açık bir penceren var mı kardeşim senin? Anlattığın öykülerin içinde sen neredesin? Senin dilinden düşüremediğin açılmış elinin üzerinde daima düş içinde toprağında mıknatıs… Çekersin ölmekte olanı kendine. Bakma biz tanırız, dünya diye tasalandığın yeri. Issız kent arasında gri sokak var mıdır? En geniş bir ötekiyle başka sokak! Kaçıyorum sizden bir gülücükle, onda da değil marifet bilesiniz. Bir oyunda değil mi güneş, gökyüzü, el değmemiş yağmur, göz görmemiş ağızlar kapalı dudaklar. Sen yine de giy giysileri, sen yine de görülecek diye sefil yaşam içlerinde dolan, dayatılmış yoksulluğa ekmeksiz babalar, ayakkabısız çatılarda dolaşan kuru, yalın, ince, mutsuz karaborsacıların buluşlara benzer sözlerini yuvaya dönüştür. Hiç rahat değiliz o damlarda. Tutunamaz, çıkardım sesimi koydum şuraya! Bir anlamı çağırmaktı yaşamak; yoksa rüşvet alan ikiyüzlü müdür hayat? Eskittim ne varsa bak şimdi tüm münzevi yönümü. Yağmur mu demiştim ben, hadi çıkalım, şu dağın tepesine çağıralım yağmuru. Gelir mi dersin arkamdan âmâ… Çağırmasını bilmemiz gerekiyor öyle diyordu, söylenme! Yansızım ben… Yansız… Ve baktım; baktım, kendim; kendim değilmişim. Allah aşkına göçebelik mi var senin içinde! Elhamdülillah… Su, su, su… Ben, ben, ben… Sarışın bir ayaktır yürüdüğüm kuraklığa barıştığım ölüm dilsiz anlamlarda. Kim ısıtır artık gökyüzünü! “Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime,
toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum.” Diyen nerde Nazım Hikmet Rân!
Firkatidir yüzümüzde süreğen, paramparça kırık, ani bir akşam gibidir, kalksan yerinden her bir üç vakit hüzne çıkıyor. Çocukların oyun kavgasına düşmüş yaşanabiliyor mu ayak izleriyle üst üste?