HACIYATMAZ
Rüya besteleyen seslerin neşidelerini kuytu yalnızlığa bırakılmış gölgeler alıyor. Hoppala!.. Dün ya bugün! Bir şey bağlamaz beni buraya. Ne lambam yanık, ne bağrım açık, esen rüzgârla dönerim kendi kendime.
Doğduğum kentler yıkılırken kapılarını açamadan çocuk ahlarıyla, bir lanet ışık çarpar ıstırabı uyanmış gün ışıklarıyla. Yolculuk bu işin sırrını kucağında örter, çağıran duyulamayan seslerin ardında dövüşen dalgalarla. Kimin diyorum bu söz, kim söyleyecek söyleneni? Hep mi viranedir, gözlerinde duran ağrı! O halde işitmeyelim mi? Fecri selamlamadan geçelim; ama ben çocuğum kalbim kalbimizin üzerinde çarpar. İlk yudumda zehirlenen yaşımla baharım altında kaldığım, yaşamın yasak her çizgisi ince bir sisle kaplanmış, sonsuz bir müphemle bıraktığımız ağlanan ölü gibi.
Kursağı dolu pelikanlardan ben de gördüm –önümde canlandı bütün senem-bir ateş tufanında savrulan haşyetin baş eğmeyişi, tenimde dolaşan raşeler, alnımda bahtımın kırılan tacı ve bizlere yol gösteren hacıyatmazlar taş parçasından daha ağır inleyen kavgacı adımlarıyla dolu iken hep mi serpilen aynaların gösterdiği gerçekliğin uzaklığına düşerler?
Bir sabah düşlüyorum bir sabah
Ülkemin çiçeklerine
Bir çocuk duası alan
Bir sabah düşlüyorum
Güneşin ellerinde
Yağmur damlalarında
Gözlerim göğe yükselen çiğ damlasıdır. (Güneşin Ellerinde Büyüdük, s,45)