ATEŞİ KENDİ RENGİNE BOYUYORUZ
Uzak gözler içerisinde pencerenin sürgüsüne takılmış bir yaşam, beyaz taşlı deniz kumları üzerinde. Yaşama sevincini duyumsarken göğüs kafesinin aldığı nefesin iyi bir sırdaş olması, yalan olmayan her şeyi söylemesi gerekirdi. Böylelikle mataramızdaki suyun azaldığının toprağımızın öldüğünü görüyorduk. Ancak hiç de rahat değildi, kendimize çıkan sokaklarımız. Biz öyle umuyorduk, tüm bize çıkan sokakların şarkı söylemesini bekliyorduk. En candan şarkılar masumların düşü gibi ağızlarımızda olmalıydı. Aşırı kalabalık oluyorduk. Mutsuzluğa maruz kalan ateşi kendi rengine boyayan bin dereden su getiren kendi kıyılarımızla. Her birimize sökük gömlek ceplerinde yaşam dayatılırken bizler sokaklarımızı kökten söker olduk; yani her birimiz karanlık geceye saygınlığımızı yıktık. Tahtakurusunun öğüttüğü yararsız pis zaman asıldı, önümüzdeki gülünç kuşa değen gökyüzü kardeşliğinde. Gökyüzü kardeşliği mavi makas gibi keserek yaşamı elimizden kanatarak geçti. Kaldı elimizde canlı et parçaları, kaldı başımızda kavga, yanımızda gençleşen canlı suç ortağı yarının getirdiği ve kalmış aralarında gölge değirmeninde toplanan kuşkanatları… Kim güneşten şikâyet ederdi veyahut kim gülün açmasından rahatsız olurdu, içinden arınmış suları geçirmek gerekirken boğazımızdan uyanmış kirli bir yüzü görmeyi kim isterdi! Bundan böyle ateşi kendi rengine boyamaya devam ederken kent tüm tuhaflıkları ile arkamızdan gelmeye devam edecek. Diyeceğim o ki yakan bizdik kör hastalığımızı. “Bizim bağçemizde ölüm bile kuş seslerine dönüşür.” (Nar 2006: 29)